top of page

Asgari Ücretli “Müdür – Ceo”​ Olur mu?

DÜŞÜK SEVİYEDE DENGE ve 6. HİS


Orta Gelir Tuzağı:


10 -15 yıllık mazisi olan Orta Gelir Tuzağı klişe kavramını İngilizcesinden kelimesi kelimesine tercüme etmek gerekirse “orta gelir kapanı” demek daha doğru bir ifade olacaktır. Ama gerçek manasını arıyorsak “gelişmekte olan ülkelerin manileri (her üç - dört anlamında da)” demek daha sahici olacaktır. “Orta Gelir”, ülkelerin kişi başına (KBG) USD tanımlı gelirin seviyesini ifade ediyor: 2021’e gelmeden önce KBG’si 12,500.- USD‘yi geçemeyen ve fakat 4,000.-USD üzerindeki aralıkta olanlara üst orta gelirli ülkeler deniliyordu. Esasına bakılırsa sadece 1,000.- doların altındaki KBG düşük kategoride sayılıyor.


Her devlet ekonomik olarak “gelişmiş ülkeler” kategorisinde olmak, başka bir deyişle orta gelir grubundaysa KBG’ini bir an önce 12,500.-USD’nin üzerine çıkarmak ister. Türkiye çok uzun süredir “üst orta gelir” grubundadır; sınırı geçmeye ramak kalmış, birkaç keresinde teğet geçmiştir. Teğet geçmenin sayısal hikayesi 'İşletme Sorunları' kapsamı dışında olan makro ekonomi alanındadır. Bu nedenle yazının bakış zaviyesi şirketlerimizin hem bizzat kendilerinin bulunduğu sektör ve şirket grubundaki seviyesi, hem de ülkenin bir türlü üst gelir sınıfına atlayamamasının sonuçları ile buna yönelik toplumsal ve bireysel çabaların işletmelerimize etkileridir.


Yönetim Kalitesi:


Bir makineyi kaliteli yapan şey sadece dizaynı değildir, parça ve aksamlarının nitelikleridir de daha ziyade. Daha da ötesi, mesela iyi bir otomobil alırken esasen sadece fiziki varlığını değil markanın tüm unsurlarını alıyoruz, en başta şirketin içindeki insanları yani otomobili tasarlayanların yanında şirketi planlayan kişileri: yöneticileri. Bu önermeye göre kalite ve ardından gelen zenginliğin menşei, varlığın içindeki insan unsurudur. Şirketler için hissedarlar, devletler için üst siyasilerin kalitesidir aslında kurumların zenginliğini sağlayan birinci unsurlar. Buradaki temel fark şirketlerin sahipleri, hissedarlardır ve onların rızaları olmadan istisnalar dışında değiştirilememelerine karşın devletlerin asıl sahipleri halktır ve siyasi yöneticileri değiştirmenin mümkün ve önceden belirlenmiş kolay bir sistemin olmasıdır. Bu kabulden çıkan sonuç, üst gelir grubuna geçemeyen halkların şikâyet etmek için haklarının ve gerekli mercilerinin olmadığıdır; diğer bir deyişle “iç ve dış düşman – tezgâh – üst akıl” şüphelileri aramaktansa gerçeği kabullenmek, çözüm için daha sağlıklı düşünme imkanı vermesinin yanında toplumların ruh sağlıklarını korumasına katkıda bulunur. Deyiş odur ki; İşletmeler (ülkeler) ancak patronlarının (halkın) kapasitesi kadar başarılı (kalkınmış) olabilirler.

 

Herkes Zenginleşmek İster mi?:


Soru tuhaf gelebilir ama mantıklı ve haklı bir sorudur. Zengin olmak iyidir ama yığınla gereklikleri ve sorumlulukları vardır. Sıkı çalışmak, uzun süreli eğitim ve tecrübe süreci, risk almak ve de ağır manevi bedeller ödemek bu şartlardan birkaçıdır. Ne kadarımızda bu ve buna benzer şartları yerine getirme gücü, yeteneği ve becerisi vardır? Hazır gelen servetin (miras, çökme, yağma vb) ise, çok arzulanan bu tür kaynakların uzun vadede elde tutulamadığını ve çoklukla insanlara zarar verdiği biliniyor. Bu nedenlerle insanların çoğu vasat bir imkanlar düzeneği içinde temel ihtiyaçların karşılandığı güvenli bir hayatı tercih eder, yorulmak ve risk almak yerine… Benzer bir tespiti kaliteli yaşamdan kaçınma davranışlarında da görebiliriz. Anlatmak istediğim olguyu bir anekdotla daha kolay izah edebileceğimi düşünüyorum: Orta Ege vilayetlerin birinde başarılı bir uzman hekimin muayenehanesinin bakımsız olduğunu ve eski mobilyalarla teçhiz edildiğini gördüğümde şaşırıp “Neden parana kıyıp(!) burayı güzelleştirmiyorsun?” sorusunun cevabını halen anlamaya çalışıyorum. “ Muayenehane lüks olunca hastalar gelmiyorlar, çekiniyorlar.” Bu tespitin ilk akla gelen yorumu muhtemelen “lüks ofisin varlığının vizite ücretinin yüksek olmasına sebebiyet vereceğinin önyargısının yaygınlığı” ve benzerleri olacaktır. Yani ofis kaliteliyse, vizite ücreti ona göredir. Akla gelen diğer seçenek kaliteden duyulan rahatsızlık olabilir. Bu varsayımın bir başka çarpıcı örneği ise, belli bir dönem iç imalat otomobillerimizden bazı modellerinin ikinci elinin Anadolu’da diğerlerine kıyasla çok daha yüksek fiyat işlem görmesi fenomenidir. Araba aslında dökülüyor, mezarlık malı ama her zaman hazır alıcısı hem de iyi fiyatla var. Bu örneğin yüksek vergi ve yedek parça tedarikiyle ilgili bağlantısı olabilir ama uzun süreli trendler için sosyolojik faktörler daha önemlidir. Eğer ortada bir kaliteden kaçınma eğilimi varsa bunun altında muhtemelen daha ziyade kuvvetli bir “sosyal psikolojik” alt yapı olgusu vardır. Bu kaliteden kaçınma eğiliminin ana etkeni “kaliteli üretim yapabilme yeteneği” zafiyetimiz olabilir mi? Zor bir sorudur, ama varsa “cevabı” çok önemli belki de en önemli sorunumuzdur. Çünkü bu hikaye, otomobil ve hekim tercihleriyle sınırlı değildir. Niçin en estetik mahrumu ve çürük binalar bizim şehirlerimizde yapılmaktadır ve her depremde yerle bir olurlar. Müzik – resim gibi, lisan öğrenme gibi hayatı güzelleştiren eğitim türlerinden çoğu Doğu komşularımızın bile geride kalmaktayız? Daha ötesi Avrupa’ya dahil olduğumuz halde kendi teknoloji ve işaretimiz olan bir mal veya imge yoktur ve ancak fasonculuk yapabiliyor, Afrika’ya bisküvi, sadece 3. Dünya ülkelerine silah satabiliyoruz? Üretim kapasitemizi arttırmamıza rağmen birçok gerekçelerle çok düşük sanayi katma değeri neden bu topraklardadır? Buna benzer birçok sorunun cevabından önce adını koymak lazım: “Kaliteden Kaçınma”

 

Kaliteli Şeylerden Korkmak: Kaliteden Kaçınmak


Tarihimizde bazı adı kötülükle anılan halk hareketlerinden “Patrona Halil”, “31 Mart Vakasının görünen yüzü”, “6 -7 Eylül” ve benzerleri “neye” karşı isyandı? Ya da ağır eğitim gerektiren hekimlik, avukatlık gibi mesleklere ve bu meslek mensuplarının kazandıkları paralara olan umum garezi, hatta yüksek beceri ve yetenek gerektiren profesyonellerin ve uluslararası standarttaki ticaret erbabının kazancına olan negatif bakış tarzı nasıl açıklanabilir? “Yalıda viski içme aşağılaması” sadece “sıkı muhafazakarlarca” mı yapılmaktadır, yoksa bu tuhaf kızgınlık toplumum kahır ekseriyetinde de görülmektedir? “Çoğunluğun gözlerine batan ‘bir hekimin ömür boyu verdiği emekten’ elinde kalan servetin” onlarca katını kamu arazisine el koyarak veya kamu gelirlerini haksızca üleşerek sahip olan eğitimsiz ama cesur insanlara halkın çoğunluğu nasıl ve neden anlayış ve gıptayla bakabiliyor? Acaba kalite kapsamına sadece mal ve hizmet değil, insan ve insani değerleri de mi almak gerekiyor? Eğer bu sorunun cevabı olumluysa (evet!) eğitimli, üretken, becerikli ve ahlaklı insanlar “istenmeyen” kategorisinde midir? Bilindiği gibi istenmeyen şeylerden kaçınılamaz ve onu yok edilemezse onlara karşı şiddetli nefret duygusu oluşur; bu duygu belli bir grup insana yönelikse “nefret suçunu ve sonuçlarını” örtmek için nefret edilenler bu durumda “hain” olurlar ki onları dışlamak ve ötekiler için yapılabileceklerin (negatif davranışların) izahı (ne gerek varsa) ve bir yasal veya ahlaki (?!) temeli olsun. Bu cümlenin ahlakla ilgili göndermesi için Felsefe’nin “ampirik ahlak” başlığı üzerine üretilen eserleri sadece tarihsel değil özellikle günümüz toplumumuz (milletimiz) veçhesinden yeniden incelemek gerekebilir. Belki de medeniyetler tarihinin akışının yönünü biz değiştirmekteyizdir!!!

 

NASIL FAKİR KALINIR: (ŞİRKETLERDE VE DEVLETTE)


Nihai Tahlilde (son analiz) şirketler ve devletler sosyal amaçları da olan birer kurumdurlar. İnsan yapısı bu soyut şeyler, toplumun barış içinde ve daha müreffeh yaşaması için birer araçtırlar. Tekrarı sıkıcı olabilir ama siyaset Arapça seyis kökünden geliyor, “yönetici” yön (Türkçe)’den türetilmiş kelimelerdir. Gaye benzer olunca yöntemlerin bir kısmı da benzer oluyordur. Aslında modern ekonomilerde Devlet ile özel (varsa kamu) sektörü ticari işletmelerinin hedef ve eylemlerinde de iç içe geçmişlik vardır; çoğunlukla aynı zamanda yönetim ve finansal açıdan geçişkendirler (transitive) de... Dışarıdan bakıldığında şirketlerin hedefi karlarını ve şirket değerlerini maksimize etmek, Devlet’in ise kutsal birçok görevinin yanında toplumun refahını ve insanların maddi varlığını geliştirmek gibi parasal yükümlülükleri vardır ki halkın kurumlardan beklentilerinin önceliği bu ikisidir. Bu nedenlere öncelikle parasal kararlar ama finansal hakları için ise hukuki zemin bu benzerlik ve ilişkilere göre tanzim edilir.


Şirketler:


İşletmeler girdilerini (maliyet) kullanmak suretiyle sağladıkları çıktılar (gelirler) sayesinde lehe olan farkın sahibi olurlar ve bu değerin hak sahipleri “hissedarlardır”. İyi yöneticiler maliyet türleri olan ham madde – emek– dış kaynak – kira gibi girdi grupları ile satış miktar ve fiyatını piyasa şartlarına uygun şekilde uyumlaştırırlar; bunu beceremiyorlarsa sahipleri veya yöneticileri “er veya geç” değişir, olmuyorsa işletme tasfiye edilir. Bazı durumlarda ve şartlarda kimi şirketler verimli ve kârlı olmalarına rağmen bir süre sonra zorluğa düşerler ve taahhütlerini yerine getiremeyebilirler. Çoğunlukla nihayetinde tasfiye olmasa bile şirket küçülür, seviyesini yani sektördeki yerini ve gücünü kaybeder. Bu durumdaki şirketlerde maaşlar reel olarak azalır, maddi unsurların rengi solar. Kapsamlı analizlerde temelde bu tür şirketlerin maliyetlerini doğru yapılandırmadıkları, kontrol edemedikleri ve bununla birlikte pazarlama ve fiyatlandırmada sorunlar yaşadıkları görülür. Bu aksaklıklar ve çarpıkları elbette şirketin sahipleri de gayet iyi bilmektedirler ama bunların çaresini bulmak ve buna göre düzeltmek bazı işletmelerde ve bazen karar vericilerin işlerine gelmez. Çünkü böyle işletmelerin bir kısmında patronlar şirket kârın haklarına düşen payın miktarına razı değildirler; Düşündükleri veya elde ettikleri kâr payı hayal ettikleri hayat standardı ve varlık sahipliği imkanını yeterince temin etmemektedir. Böyle durumlarda “klasik” ortak davranışı şirket kaynaklarına el uzatmaktır, yanı “ortaklardan alacaklar” hesabı şişkindir, hep artan ümitsiz “aktif kalemi” olmuştur. Bu tarz “hırsızlıklar” için daha ince işçilikler de vardır: satın alma ve satış hileleri, hatta finans yönetiminde bile bir bacağı banka olan hileler… Sonuçta işletme patronlar tarafında soyulmaktadır ve içerden dışarıya adil ve makul olmayan kaynak transfer edilmektedir; şirket sadece maddi kan kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda moral değerlerini kaybeder ki artık hiçbir işdaş için bir umut vaatkar da değildir. Şirketlerin fakirleşmeye başladığı an, bu andır.


Ülkeler:


Bilindiği gibi ülke ekonomileri de kısmen şirketlere benzerdir. Makro ekonomide 4 tür gelir vardır: hane halkı (emek), rant, faiz ve kâr. Bu türler arasında “adil ve makul” bir dağılım dengesi olması ülke zenginliğini belirleyen bir faktördür. Ülkemizde transferler dahil hane halkının payı uzun süredir %65 civarında gezmektedir. Faizlerin yükselmesi, ücretlerin düşmesi, mülk değerlerinin ve kiraların artması gibi dönemsel veya kalıcı değişikleri verimliği etkilemekle birlikte esasen bir yere kadar “gelir dağılımı eşitliğinin” konusu sayılır. Ülkenin zenginliğini artırmak için gelişmekte olan ülkeler dışarıdan kaynak transfer etmeye gerek duyarlar (bazen emperyalist eylemler gibi), çünkü büyümek için ek sermayeye (kaynağa) ihtiyaç vardır. Bazen ülkeler cazip gördüklerinde veya gerektiğinde dışarıya kaynak transfer edebilirler, bu eğer şeffaf ve yasalara uygunsa yatırımcı ülke, kalkınmış ülkelerde olduğu gibi bunun hem anapara hem de getiri (kâr- faiz – kira gelirleri) dönüşleri nedeniyle orta ve uzun vadede bu işlemlerden oldukça kârlı çıkarlar. Ki bize gelen sıcak ve soğuk (!) paralar bu türdendir. Paralarla gelirler ve daha fazlasını alarak giderler. Bu arada yabancı kaynak kullanan ülkenin de bu dış mali katkılarla büyümesini ve refahı arttıracağı kabul edilir. Ya ülkeden çıkan para hiçbir şekilde geri dönmüyorsa? O halde düz mantıkla bu durumun ülke ekonomisini küçülteceği düşünebiliriz. Son 7-8 yıldır ülke ekonomisinin USD bazında küçülmesini bu şekilde açıklamak mümkündür. Hem ülke kaynaklarının dışarıya transferi nedeniyle ekonomideki küçülme hem de çıkış dövizle olması nedeniyle oluşan ek talep sonucu TL’nin aşırı değer kaybıyla… Türkiye’nin hane halkı tasarruf oranı %15 civarı. Buna göre 100 milyar USD yıllık tasarrufumuz var. Sadece amortisman payı- yeni yatırımlar malları harcamalarında kullanmaya bu kadar paraya ihtiyaç duyulmaktadır ve bunun fazlası ve yeni yatırımları karşılamak için dış kaynak ihtiyacımız hasıl olmaktadır. Eğer tasarruf oranınızı arttıramaz ve de ekonomiyi büyütemezseniz, bir süre sonra küçülmeye başlarsınız.


Beter Durumlar:


Ya bir de ülkenin kayıt dışı parasının bir kısmı dahili ekonomik sisteme giremeyip kayıt dışı yollarla yurt dışına gidiyor ve hiçbir şekilde geri dön(e)müyorsa? Kayıt dışılıktan kasıt vergi ve SGK kaçakları değildir, bu rakamlar hesaba katıldığında kayıt dışılık oranı daha yüksektir. “Kayıt dışılık” (bizde) ikincil boyutta sisteme girmekte zorlanan kaynak transferlerini ifade etmektedir. Şu verilerle basit bir matematiksel hesap yapmak gerekirse, daha kolay izah edebiliriz. “Geniş tanımlı kayıt dışı ekonomi” büyüklüğü ülkemizde %35 (bu tahminin %65’e varan versiyonları vardır) civarındadır; buna bakarak 250 milyar USD sistem dışı para vardır diyebiliriz. Hane halkı gelirleri dışında kalan kalemlerden rant ve kâr gruplarının kayıt dışı kalan toplamı en az 65 – 70 milyar USD’dir. Bu rakam her yıl kayıt dışı ve zorunlu olarak yurt dışına çıkarılabilecek tutarın üst sınırıdır. Bu rakamın yarısı yurtdışına gönderilse ve asla dönmese dahi Milli Gelir artış hızı üçte bir oranında azalacaktır. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin temel sorunlarından birisi işte bu kayıp – kaçak olan paradır, iç kaynaklardır. Şirketler bazında orta ve büyük boy işletmelerin patronlarının bazılarının 50 yıldır işinden kazandığı paraları yurtdışına çıkardıklarını ve lakin ihtiyaç hasıl olduğunda dış kredi yöntemi ile, olmazsa doğrudan hiç olmazsa bir kısmını ülkeye getirip sisteme soktuklarını biliyoruz. Asıl sorun “yasa ve ahlak dışı” elde edilen ve hiçbir şekilde geri dön(e)meyen iç kaynaklarımızın maliyetini bilmeden ülke ekonomisine hiçbir paketin fayda etmeyeceği gerçeğidir ve temel sorunlarımızı bu açıdan da görmek gerekebilir. Kayıt dışılık, bazı teorisyenler tarafından ekonomimizin özellikle kriz ve küçülme dönemlerinde can suyu olduğundan hareketle tasvip edilmektedir ama kümülatif verimlik ile “kendini doğuran kehanet” misali gibi ekonomide “toplam geliri azaltıcı” bir unsurdur. Geri kalmış ülkelerde büyüklüğü milli gelirin %3’ünü aşan rüşvet ve yolsuzluk ekonomilerinine kalıcı şekilde ayak bağı olması için gerekli sürenin ortalama 10 -15 yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu 10 - 15 yıllık sürecin sonunda ülkeler, ya gelişmekte olan ülkelerin ayak bağına sebep olan “paradoksundan ayılarak” çıkıp tam demokrasiye geçmekte veya bunun becerilemediği durumda teslim olup tam otokrasi trenine binmektedirler. Yakın tarihe bakıldığında, SSCB’nin 70 yıllık ve Doğu Blokunun 50 yıllık diktatörlük tahakkümlerinden kurtularak Çek Cumhuriyeti, Estonya, Hırvatistan gibi bazı ülkeler demokrasi ve refaha ermişlerdir; ya da kimi Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya devletleri gibi otokrasi ve geri kalmışlık treninde yolculuklarına devam etmekte olduklarını görmekteyiz. Demek ki yolsuzluk düzeninin sonu ekonomi üzerinden muhtemelen otokrasiye varmaktadır; tersi de doğrudur en nihayetinde…

 

KALİTEDEN NASIL KAÇI(NI)LIR?


Yukarıda bahsedildi, ama şöyle bir açıklama işimiz kolaylaştırabilir; kaliteli olanın bedeli yüksektir, ödeyemeyecekseniz uzak durursunuz. Sonra kaliteyi kötülersiniz, en son tahrip edersiniz. Tabii ki tahrip edebilmeniz için “güzeli” elinize geçirmeniz gerekecektir. Süreç böyle işler, iş sadece “kedinin ulaşamadığı ciğere ‘mundar’ demesiyle” kalsaydı sorun nispeten kolaydı. Devlet, iyi ve doğru olan şeyleri korumak için vardır… Ya güç iyi olmayanların elindeyse? Tarihte buna benzer vakalar yaşanmıştır ama önünde sonunda tahripkâr yapılar ya zarar vermeyecek kadar zayıflamış, sinmiş ya da yok olmuşturlar. Bunlara bazı halklar ve devletler de dahildir.


Kaliteden kaçınmanın iç içe geçmiş iki sebebi daha vardır. Eğer kaliteli üretim yapamıyorsanız -ki buna sadece ticari şeyler değil yaşam tarzı da dahildir-, bu seviye farklılığı yetersiz olan kesimleri önce çaba sarf ederek üst seviyeye geçmek için gayrete getirir ve bu “teşvik” bir ihtimal işe yarayabilir. Yetersiz olan kişi veya gruplar eğer bunu (yani kalite üretimi) başaramıyorsa ve/veya beceremeyeceğini düşünüyorsa beklentisini törpüleyebilir ve duruma razı olur. İkinci yol ise kaliteyi tahrip (yok) etmek suretiyle, elinde üretmeyi becerebildiği “düşük kaliteli şeyi yani kendi üretebildiklerini ve yaşam tarzını “tek seçenek” olarak kolayca (veya zorla) kabul ettirebilir. Tabii ki önce “kaliteli şeyi” ve “tahrip edecek gücü” eline geçirmesi gerekecektir. Bu kavga binlerce yıldır vardır ve şimdiye kadar hep kalite tercih edildi, çünkü iyi olan şey sadece kalite üretebilenlerin değil diğerlerinin de yaşam kalitesini güzelleştirecektir bir şekilde.

 

Yüksek Ücret Ne İşe Yarar ve Niçin Ödenir?


Ücreti alan açısından arzulanan hayat standartına bugün ve gelecekte sahip olabilmek için yüksek ücret gereklidir. İyi bir muhitte ve yaşanabilecek bir evde yaşamak, sağlık harcamalarını karşılayabilmek, çocuklarını iyi okullarda okutmak, istediği başka güzel şeylere sahip olmak, yani kaliteli bir yaşama erişmek; sadece bu kadar değil bu sayede kendine uygun gördüğü insanlarla aile, arkadaşlıklar kurabilmek… Tabii bu tek taraflı değildir, bunu talep eden ücretli bilir ki yüksek ücretin karşılığını verebilmesi gerekmektedir: Kaliteli hizmet üretmek.


 Ücreti veren işveren açısından ise yüksek ücret kaliteli emek arz edeni bulabilmek için ödemesi gereken bedeldir. Aldığı hizmetin karşılığında yüksek kalitede mal veya hizmet üretimi yapabilecek ve bunu değeri karşılığında satabilecektir. İşçi ve işverenin kazan – kazan pozisyonunda olabilmesi için ücret alanın gereken ve kaliteli vasıflarda olması ve bunu vermeye niyetli olması gerekmektedir. Nitelikli personel ayrıca yönetici özellikleri de varsa “kısıtlı sayıda” olduklarından arz - talep kuralı gereği yüksek ücret talep eder ve alır (verirler).

 

Nitelikli Çalışana Niye Asgari Ücret Teklif Edilir.?


Gider türleri arasında bazı sektörlerde işçilik-maaş giderleri en yüksek maliyet grubudur, asgari ücret uygulaması nedeniyle bu bedel kontrol edilemez girdiler arasındadır. Özellikle eğer firmamızın rekabet gücü düşükse yani gelirlerini arttıramıyorsa işletme karlılığı düşük ve öz kaynak yaratamaz haldeyse işçilik maliyetlerindeki ufak bir değişiklik doğrunun patronun cebinden çıkar veya girer… Rekabet gücümüzün kalite – fiyat uyumu ilişkisi nedeniyle ülkemizde aşağı doğru olan trendinin henüz ilk 7 – 8 yılında olduğunu hatırlayalım. (Kur artışının asıl sebebi bu olabilir) Bu eğrinin ne zaman yönünü yukarı çevireceğini bilemiyoruz; çünkü önümüzde İran örneği var ve neredeyse 35 yıldır iyimser beklentileri bir türlü gerçeğe dönüşemedi.


Aslında vasat bir işveren, çalışanının mutlu ve sadakatli bir iş hayatı sürmesini ister, bunun şartı ise çalışana iyi (tatmin edici) bir ücret vermektir; elbette piyasa şartlarına uygun olması kaydıyla. Ama zarar eden, ürettiği malın fiyatını hesaplarken kullanılan “maliyet artı kâr” formülünde terazisi şaşırmış işletmenin elleyeceği ilk yer ücretlerdir. Peki bir şirket niçin bu acze düşer ve zombileşmeye doğru gider. Birçok sebebi vardır ama bu yazının konusu, hissedarların gerçekleşmeyen ve hak etmedikleri (olmayan) kâra el uzatma teşebbüsleridir. İç finansal formülde (denklemde) eşitlik gelir tarafında bozulunca denklemin diğer tarafından da bir şey azaltmak gerekir; en kolay olanı çalışanın hakkıdır. Bu durum makro ekonomide farklı tezahür eder, çünkü memur maaşları ve asgari ücrete doğrudan müdahale seçim (varsa) kaybettirir, ama demokrasi yoksa kısa vadede iktidardakiler için hayat nispeten kolaydır (12 Eylül mesela).


LinkedIn’de bir süredir her kullanıcı kendi anketini yapabiliyor. En ilginci 2021 başlarında yapılan “Muhasebe Müdürü Maaşı Ne Olmalıdır?” konulu anketteki ücret aralık seçenekleriydi. 3,000.- ile 7,000.- TL arasındaki 4 basamak vardı. Yani uygun görülen en yüksek ücret 7bin TL. Ülkemizde ciro büyüklüğü açısından ilk 2 – 3 bin arasında bulunan şirketlerde müdür ücretlerinin çok daha yüksek seviyede olduğunu biliyoruz. Ayrıca özellikle yabancı firmalar ve bazı kurumsal şirketlerimizde ücret skalasını İK önceden belirler ve ücret genellikle “pazarlığa tabi” değildir; bu grupları ayrı tutalım. Ama bu geriye kalan ve muhasebe müdürü pozisyonu olan ve istihdam eden ve sayıları 50 binin üzerinde olan işletmemiz, yönetici maaşlarını “mümkün en düşük” yöntemiyle belirliyor. Yine Linkedin’de bir mimarın paylaştığı iş görüşmesine ilişkin paylaştığı bilgiye göre teklif edilen ücretin 1,750.- TL öğreniyoruz, yani asgari ücretin %40 altında. Yeni mezun mühendislerimize reva görülmekte olan asgari ücret civarı para artık yüksek kalmakta… Ya da asgari ücret seviyemiz rasyonel değil.

 

Bir Son Sınama…


Sizce “Pazarlama-Satış Müdürü” pozisyonu için hangi aralıkta net ücret uygun görülmelidir?

Bir müdür istifa edip başka iş bulamayıp şirkete pişmanlık içinde döndüğünde asgari ücrete razı ise ne yapmalıyız? Ya da boş pozisyon için onlarca müracaat oldu ve uygun vasıflı birkaçı asgari ücrete razı. Ne karar vermeliyiz?


Soru bir fantezi gibi ama düşünelim. Yönetici olmayan mühendis, hukukçu ve T.C. vatandaşı olmayan “tıp doktorlarına” asgari ücret ödendiğini duyuyoruz, biliyoruz. Neden “razı olacak” olan müdürlerimize ve de CEO’larımıza asgari ücret önermeyelim? Küçük bir sorun var; SGK bu tür bordroları kabul etmiyor ve ortalama ücretleri odalara soruyor. Bir süre sonra gerçekler ve odalardan gelen bilgilere inanmak zorunda kalacaktır devlet… Olmazsa yasal pozisyonlar da kılıfına uydurulacaktır.


Evet, asgari ücrete razı CEO ve müdürler devri çok uzakta değil, işletmelerimizin bu “ifrit” gerçeğimize hazırlıklı olmaları, en azında düşünsel zeminde çalışmalara başlamaları gerekmektedir. Ya da ülkemizde asgari ücretin tanımı ve çerçevesi değiştirilmek zorunda kalınacaktır, uzak olmayan bir gelecekte.


Çünkü KBG düzenli şekilde azalırken bu “ifrit aczi” toplumun sadece bir kesimini etkilemez, az veya çok her canlı “azlığı” tadacaktır.



Şerif Elender

Kıdemli Danışman

Ekonomi - Finans


Her hakkı mahfuzdur. İzinsiz hiç bir şekilde kopyalanamaz ve yazarın ismi zikredilmeden alıntılanamaz.

23 Mart 2021

bottom of page