top of page

Türkiye - Çin İşletme Kültürü Etkileşimi

İŞ YAPMA KÜLTÜRÜ


Madem “kültür, stratejiyi kahvaltıya yiyor”, biraz "kültür" üzerine konuşmak gerekiyor, yani işletmecilik ve iktisadi faaliyetlere ilişkin olanı.


TDK'nun kültürü tarifi şöyle: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin.


Bir de “kültür çevresi” var: Bir ulusun başka ulusların kültürleriyle ilişki içinde gelişerek katmanlaşmış ve bağlılaşmış özelliklerinin bütünü veya bu özellikleri içinde barındıran ortam.


Anadolu Türkü veya Türkiyeli kavramının kendi içimizde ve dünyada bir algılanış biçimi, tanımı ve ön kabulleri vardır; bu her nesil döngüsünde evrilir ve değişir. 21. Asrın beşte birinin tamamladığı içinde bulunulan dönemde "Türk algısı" yirmi yıl önceye göre az yada çok değişmiş olsa bile ana hatlarıyla bellidir.


Kültür çevresi denen, komşu ve yakın hissedilen diğer halkların kendi kültürlerinden öğrenilen, kabul edilen, reddedilen, yanlış taklit edilen yaşam biçimi, yönetim ve inanç sistemleri, sanata ve ahlak kavramına yaklaşımları, bilim ve üretim güçleri bir halkın kültürünü belirleyen faktörlerin başında gelir. Bu kabulle demografik ve ırksal yapıya irdelemek suretiyle bugün itibariyle nereden ve kimlerden feyzalmışız, irdelemeye başlayabiliriz.


Çok kesin bilimsel veri olmamasına rağmen genel kabul gören köken oranları şöyledir: % 65 Orta Asya kökenli, Horasan- Harezm bölgesinden Kazakistan’a kadar bölgeden gelen çoğunluğu Oğuz soyu Türkler, %15 yerleşik Kürtler ve diğer Ortadoğu halkları, % 10 Kafkas ve % 10 Balkan kökenli halk.


Demek ki en az dört ayrı etkileşim ve dört farklı hikaye var. Temel dil Türkçe olduğuna göre öncelikle Türklerin öz geçmişi ile etkileşimde bulunduğu halklara bakmak daha doğru olur. Her milletin diğerlerine karşı ön – yanlış yargıları vardır; biz de vardır, beteri bazıları hakkında tek bir fikir bile oluşmamış olmasıdır.


“İlim Çin’de de olsa gidip alacaksın” hadîsi olmasaydı 1980’lere kadar halkımızın çoğu dünyanın bahse konu en büyük ve eski medeniyetinden bihaber kalacaktı. Son 20 yıldır “ucuz Çin malları” her yeri doldurduğu ve aldığımız her iki sanayi ürününün birisinin menşei olduğu için 5000 yıllık tarihe sahip bu kadim komşumuzu biliyor olduk.


Çin medeniyeti ve halkı homojen bir yapıyla anlatılamasa dahi kronolojik açıdan antik Mısır medeniyetinden yeni, ama Babil dönemine çağdaştır. Babil medeniyeti Batı medeniyeti denilen yapının birçok temel taşını hazırlamış ve vermiştir. Orta doğu bugünkü haliyle pek göstermiyor ama, Ege havzasıyla birlikte Batı’nın temel kurucu unsurudur. İşte Çin bu dönemde Doğu Akdeniz havasının "simetri ve kontra" medeniyet merkeziydi. Türkler de bu büyük halkın ve medeniyetin bitişik komşusuydu.


Anadolu insanın ataları olduğu kabul edilen Göktürkler tarih sahnesine MÖ 7. Yüzyılda çıktığına göre Çin Medeniyetinin olgunluk döneminde ilişkiler başlamıştır. Zaten ilk dönem yazılı Türk tarih bilgileri tamamen Çin kaynaklıdır. Türklerin batıya göçü başlayana kadar 14 asır, hatta Anadolu Türkünün kökeni kabul edilen Selçuklular dönemiyle birlikte Çin’le 2000 yıla yakın komşuluk ilişkileri devam etmiştir. Bu bakışla "Türklerin en fazla etkilendiği halkların başında Çinliler geliyordur" tezi çok yanlış değildir. Diğer Türki Orta Asya halklarının son 4 asırdır Ruslarla yaşadığı beraberlik ve etkilenme Anadolu halkları için hiç söz konusu olmamıştır. Çinliler de kendilerini Türklere bir şekilde yakın hissetmektedirler ki, Uygurları kendilerinden saymaktadır!


Madem ulusların birbirlerinden etkilenmesi farklı bir medeniyetin evrilmesine ve dönüşmesine yol açıyor, önce esas medeniyet merkezlerinin sahiplerini bilmek ve diğer halkların tarihteki işlevlerine göz atmakla başlamak gerekir.


Ulusların Karakteristiği


Çinliler, Araplar ve Ege Halkları –Antik Yunan- (üç halk) bilim, sanat, şehircilik gibi alanlarda uygarlık yaratan halklar olarak kabul görmektedir. Bu uygarlık ürünlerinden yararlanan ve geliştiren halkların yanında diğer topluluklara ulaşmasını sağlayanlar vardır ki bunlara “Taşıyıcılar” denmektedir. Türkler işte bu taşıyıcı grupta sayılıyor.


Komşumuz Çinliler


Çinlilerin kuzey komşularına sık sık saldırdığı, esir – köle aldığı bir gerçektir. Hatta anayurttan göç etme sebeplerimizden birinin bu olduğu söylenir. Tarihçilere göre Çin Seddi sadece Hunlular veya Mete’nin saldırılarından korunmak için değil, “çapulcu ve yağmacıların” sızmalarını engellemek için inşa edilmiştir. Ama Çinlilerden duyabileceğiniz en ilginç tarih bilgisi, “Duvarın”, içeriden dışarıya kaçmak isteyen yerli halkı engellemek amacıyla da yapılmış olduğudur. Çünkü o kadar çok aşırı çalışmak zorundalarmış ki…


Kuzeylerinde ve Batılarındaki Türkler, bir şehre bağımlı kalmadan göçebe, meslek, özel beceri, aşırı çalışmaya ihtiyaç duymadan “mobil” yaşama imkanına sahipken, Çinli komşuları neredeyse “köle gibi” çalışırlarmış. Zaten ürettiği medeniyet havzası sayesinde, tabiatı, coğrafyayı ve hayatı değiştirmeye, 10 bin karakterlik alfabe icat etmeye, Ortadoğu ve Akdeniz havzasında bilinmeyen çok sayıda bilgi ve mal üretimini (icat) yapmaya başaran Çinliler, halen 1,5 milyar insanı ulus yapmayı da bu çalışkanlık ile yaratıcıkları sayesinde gerçekleştirmişlerdir. 19. Asırda Batının patronu İngiliz İmparatorluğunun hakimiyetine giren Çinliler, Mao devriminin ardından 1980’lerde Cüce Deng ile esas büyük ihtilali Batı kapitalist sistemine karşı onların silahlarıyla yapmışlardır. Kendi kapitalistlerini ve işçi sınıfını yaratarak dünyanın endüstriyel üretimin merkezi olmuşlardır. Çin’de Kapitalist (Zengin sermayedar) ve bunlar için çalışan sanayi işçi sınıfı Batı sistemini başta çok sevindirmiş ve heveslendirmiş; “nasıl olsa "kapitalistler" Çinli de olsa bizdendir, işçiler ise birkaç on yıl içinde orta sınıf talepleriyle demokratikleşme – insan hakları gibi bizim icatlardan arzu ederler, ülke bizim taklidimiz ve yeniden rahatça at oynatabileceğimiz alan olur” yanılgısına düşmüşlerdir. Çünkü ne “Çin’in kapitalistleri ” kendileri Batı sistemine yamamaya çalıştı, ne de emekçiler demokrasi falan istedi. Bu hikayeden çıkarılabilecek kıssa, Çin’de çok derinlerden gelen, mesela “barbarların” hücumlarından kendilerini koruyacak üst iradeye çok şiddetli ihtiyaç duyma kökenli devlete – çağımızda Komünist Parti- itaat ve biat kültürü DNA’larına kazınmış olmalı. Bu durum liberal kapitalist düzenin tüm paradigmasını boşa çıkarmakla kalmadı aynı zaman bu coğrafya ve halk kompozisyonunu değiştirmeden kalan bu çalışkan kadim ulus dünyanın en büyük 2. ekonomisi olmayı becermesinin yolunu açtı.


Çin Uygarlığından Bize Düşen:


Çin halkına benzer yönlerimiz çok, neredeyse 20 asır komşuluk(! ) yapmışız. Biat, itaat ve devlete tapınma –kutsama- kültürü Anadolu’da da var. Çalışkanlık, üretkenlik, mucitlik, sabır, yerleşiklik.. bunlar yok; demek ki sadece bir kısmını almışız, fıtraten. Belki de ikinci grup özelliklere haiz olmadığımız veya iklim ve doğa, tarım ve şehirleşmeye müsait olmadığı için şansımızı Avrupa ortalarına kadar giderek aramış, sonra mecburiyetten Anadolu’da karar kılmışız. Çinliler ise kuzey ve batı komşularından –Türkler- düzenli ordu ve savaş örgütlenmesi becerilerini öğrenmiş olmalılar. Peki çalışkanlık öğrenilemez miydi? Muhtemelen bu sorunun cevabı evettir. Ama elde başka seçenek varsa –mesela göçerek, fethederek- oturup çalışmak en cazip şık olarak durmamış olabilir.


Coğrafya ve İklim:


Eğer Dicle kıyısındaki Bağdat günümüzdeki kadar sıcak olsaydı Babil uygarlığı var olabilir miydi? İtalya’nın kuzeyi zengin ve daha medeni, Erbil ile aynı eylemde konumlu Sicilya daha fakir ve mafya var? Doğa, iklim, sıcaklık uygarlığın niteliğini etkileyen komşular kadar önemli faktörlerdir, “bu sıcakta kim çalışmak ister ki?”


"Hakim kültür" taşımasını yaptığı uygarlığın sadece bir kısmını taklit ediyor ise geriye kalan özellikler nereden gelmiştir?


İyi incelenirse, 5 asırdan fazla süren batıya yolculuktan kendine özgü fıtratlar edinmiş, güzergâhtaki birçok ulustan farklı olarak daha çalışkan ve becerikli olabilmiştir. Çin’den Hırvatistan’a kadar olan topraklarda en çalışkan ve müteşebbis olan toplum Anadolu insanıdır. Bu hususta en belirleyici etken Cumhuriyet rejiminin, devamı olduğu Osmanlı Devletinin kendini bir Avrupa devleti olarak tanımlaması ve topraklarının bir bölümünün bu kıtanın ortalarına kadar gitmiş olmasıdır. Osmanlı son iki asrını batı uygarlığını taklit etmeyi denemekle geçirmiştir. Rus genişlemesi ve Balkan Harpleri neticesinde kaybettiği topraklardaki halkları Anadolu’ya iskan etmiş, hatta bu göç 1980’lere kadar devam etmiştir. Muhacir halklardan farklı kökenlerden olanlar hızla Türkleşmiş ama Kafkas ve Balkan karakteristiklerinin bir kısmını muhafaza etmişlerdir. Dört etnik havzadan beslenen Anadolu – Türkiye- insanı kendine has kültürüne sahip olmakla birlikte bazen Orta Asyalı, bazen Avrupalı –Balkan-, kimi zaman Yerli –Ortadoğulu- ve ara sıra Kafkaslı "kafasıyla" -fıtratıyla- düşünmekte ve hareket etmektedir. Bu dört coğrafya ve kökenin birbirini tamamlayan özellikleri arasındaki tek yetersiz kalan unsur demokrasi ve içselleştirilmiş hukuktur. Çünkü vaktiyle ve halen bu bölgelerde demokrasi ve hukuk öncelikle talep edilen bir değer değildir. Buna rağmen Anadolu’nun yerleşik halklarının devlete sahip çıkmaları ve çalışkanlıkları, Avrupa kökenlilerinin sanayi kurmaları, vazgeçmeden demokrasiyi denemeleri ve en önemlisi yüzlerce yıllık devinimleri, mevcutla yetinmemeleri buralarda özel bir Ulus oluşmasını sağlamıştır.


(Buna rağmen)ŞİRKETLERİMİZ NEDEN YETERİNCE BAŞARILI DEĞİLLER?


Önce üst yapı olan devletin ne kadar başarılı olduğuna bakmak lazım. Her iktidar geçmişi eleştirdiğine göre birçok konuda başarılı olunamamıştır. Temel sorunlardan bazıları bir asırdır çözülememektedir. Demek ki Çin’den Hırvatistan’a kadar olan coğrafyanın en çalışkan ve atak halkının elini bağlayan bir faktör var ve bu şey neyse Çinlilerde hiç olmadı. Korku, vatanını ve kimliğini kaybetme korkusu. Bir kere muhacir olmuş, tarihi göçlerle dolu halkların bu korkuyu taşımasının yanında, bu toprakların kadim halklarının Haçlıları, Moğol’u, Timur’u unutmamış olması mümkündür. Genel bir güvensizliğin herkeste olması, varlıklarını hukuksuzca kaybetme korkusunu atlatmak için Devlet’inde pek yardımcı olduğu söylenemez. Retorikte, tarih kitaplarında şişirilen “düşman” ve “beka” teması esasen en fazla ekonomiyi olumsuz etkilemektedir. Burada şu soru ortaya atılabilir: Halk niye her şeye inanıyor? Cevabı kadim komşumuz Çin etkisinden olabilir mi? Biat, itaat ve devlete tapınma.


Bu minvalde şirketlerimiz hangi davranış bozukluğundan maluldür?


  1. İşletme paydaşlarında derin bir güvensizlik duygusu yerleşiktir. Bu durum önce ortaklıkların kurulmasını engeller, sonra eğer ortaklık gerçekleşirse sağlıklı yönetim yapısını.

  2. Çalışan – işveren ilişkisi sağlıklı kurulamaz. Çünkü patron, işçisi tarafından mağdur edildiğinde bunu telafi edecek yapının olmadığını, işçi her hâlükarda hakkının yeneceğinden son derece emindir. Aslında her iki tarafa göre diğeri iş bilmeyen kötü niyetli cahildir, böylece kendi pozisyonlarını haklı görme hakkına sahip olurlar.

  3. Kamuya karşı yükümlülükler yerine getirilmekte isteksiz davranılır. Çünkü hukuk, diğer yüzüyle adalet yoktur. "Kurallara uyan enayidir". Vergiyi ödemezsen af çıkar, ödersen cebinden çıkar, gibi. Adil rekabet şartlarının olduğuna kimse inanmamakta, bazılarında varsa da bir süre sonra bu geçici sisteme olan inanç ve hevesler bitmektedir.

  4. Sermayeyi kimse şirketine getirmez, biriktiyse de içeride tutmaz, yabancı kaynakla çalışır. Çünkü şirketinin ve paracıkların başına her an bir şey gelebilir. Personel çalar, müşteri dolandırır, almak için mafyanın eline düşülür, her birkaç yılda bir ekonomik kriz çıkar, hiç biri olmazsa devlet şirkete el koyabilir. En iyisi parayı şirket dışına, mümkünde yurt dışına çıkarmalı. Sonuç: her işletmenin belasının müsebbibi "yetersiz öz kaynak".

  5. Montajcıdır. Yukarıdaki sebeplerden ötürü kimse uzun vadeli düşün(e)mez. Bir sanayi yatırımının geri dönüşü en az 10 yıldır, kim öle kim kala. Zaten mobilizasyonu seven ve ekmeğini asıl buradan yiyen bir halk için en kolayı başkasının yatırımı ve know how’u ile el kuşu vurmaktır. “Zaten yapılabilse devlet yapardı, o yapsın.”

  6. 6.     Devlet en ve tek güçlü varlık olduğundan itibar da oradan gelir, piyasa veya düzgün geçmişten değil. Çünkü madem devlet tek bir şüpheyle her şeyi bitiriyor, bir gün onu geriye verebilir. Bunun sonucunda işin doğru yapılması değil, sadece devlet, siyasetçi ve bürokrasiyle olan yakınlık itibar ve zenginlik getirecektir.

  7. Göçebe ruhu varsa, birçok şeyden vazgeçmek daha kolaydır. Çünkü değerli şeylerin çoğu ağırdır, taşınamaz veya yolda eşkıya vardır. Mal ve hizmetin kalitesinden korkulur, çünkü ya alışkanlık yapar başkası da benden “kalite” isterse endişesi “kaliteli pahalıdır” ön yargısıyla örtülür. Nitelikli malı düşünmek ve üretmek tüm toplumun bilinçaltında olumsuz ve gereksiz bir olgu ve zahmet olarak yerleşmiştir. Kural olarak kaliteli mal ve hizmet talep edilmez, pahalı olanlara gidenler ise değersiz süslü şeylere iyisini bilmediklerinden razı olurlar, bu kısır döngü böyle sürer gider.

  8. Heyetlerde ve müzakerelerde fikir mücadelesi yeterince yapılamaz. Çünkü biat ve itaat eğilimi DNA’da önceden kazınmıştır. Mecbur kalınırsa “sonradan” fikir beyan edilir, gücün yetiyorsa tehdit edilir, yoksa cayılır. Bu nedenle başka kültürden gelen insanlar –yabancılar – iş yapmak neredeyse mümkün olamamaktadır. Bu özelliği bilen diğerleri bedelini fiyatın içine koyar, rekabet gücünü azaltacak ek maliyetler ödenir.

  9. Hukuk ve uygulaması halka, haklıya ve hakkına göre değil, devletin keyfine göre tanzim edilmiştir. Bunun bilinmesi bile ticari sorunların haklının aleyhine uzayabileceği inancı ticaretin gelişmesinin önündeki önemli bir engeldir.

  10. Yabancı hayranlığı ve düşmanlığı aynı anda ve aynı miktarda vardır, bunun bedeli öncelikle kaynak israfı şeklinde ödenir, ama şovenist böbürlenmenin yanlış kararlara vesile olduğunun farkında olunmaz.

  11. Tarihten kaynaklı emperyal duygularla hareket etme eğilimi: Kibir. Aslında son dönemlerde ortaya çıkan ayrımcılık ve ırkçılık eğilimleri imparatorluğun sahiplenmesine aykırı bir davranış biçimidir. Bunun ikisinin bir arada olması aslında tamamen kendine güvensizliktir, bu durumda 1. Maddeye yeniden bakmak gerekir.


Şerif Elender

Kıdemli Danışman

Ekonomi - Finans


Her hakkı mahfuzdur. İzinsiz hiç bir şekilde kopyalanamaz ve yazarın ismi zikredilmeden alıntılanamaz.

bottom of page